Değişmeyen tek kural. İnsan, tarih öncesi çağlardan günümüze kadar daima bedensel ve ruhsal sınırlarını aşma mücadelesi verdi. Üstelik bunu yaparken birtakım takviye edici maddelere ve hilelere başvurdu. Avrupa’da kahve, Amerika’da koka, Afrika’da kola, Asya’da ginseng… Ve tabii ki kimyasallar.
Sportif performansı artırmak amacıyla yasaklanmış ve anormal yollardan vücuda alınan yabancı maddelerin aşırı tüketimi olarak belki fazla resmi ve bilimsel tanımlamasını yapabileceğimiz “doping”in ilk izlerine M.Ö. III. yüzyılda Olimpiyatlar Çağı’nda rastlanır. Bu döneme dair sporcuların daha hızlı koşabilmek için mantar yemelerinden tutun da Romalıların daha hızlı koşabilmeleri için atlara su ve bal karışımı bir sıvı içirdiğine kadar birçok hikâye günümüze kadar ulaşmıştır. Modern çağdaki ilk dopingler ise özellikle 19. yüzyılda yüzücü ve bisikletçilerde rastlanır.
Tarihsel, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönleri üzerine defalarca tartışılan ve sürekli evrim geçirip hepsi birer toplumsal olaya dönüşen doping skandalları konuyla ilgili birçok yazara ve yönetmene ilham olmuştur.
Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü!
Doping kullanan bir sporcunun kendi canını ortaya koyacak kadar gözü kara olduğu gerçeğinin altını çizen Fransız sosyolog Patrick Mignon’a göre bunu yapan sporcu yaptığını sahtekarlık olarak adlandırmaz ve haksız rekabet yaptığı gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınarak bir suç işlediğini her zaman reddeder. Aslında doping taramasının başladığı 1968 yılından itibaren yeterince caydırıcı sebeplerle cezai işlem uygulanmaması ve kontrollerin sağlıklı bir şekilde yürütülmemesinin sebeplerini de göz ardı etmemek gerek. Aşırı dozda amfetamin, nikotin türevi ronicol, kansızlığa karşı tedavi ilacı olarak kullanılan eritropetin (EPO) ve uyarıcı birçok kimyasal ile kandaki oksijen dolaşımını hızlandırarak dayanıklılığını arttıran birçok bisikletçinin ölümüyle sonuçlanan birçok vakaya rastlayabileceğimiz geçmiş, spor tarihi adına utanç verici skandallarla doludur. Tedavi aşamasında kullanılan ilaçların üretildiği firmaların sahipleri arasında dönen kara para alışverişi nedeniyle hiçbir kanaat önderi, topluluk ya da lider bu gidişata dur demeyi göze alamaz. Fransız bisikletçi Mallejac’tan, İngiliz bisikletçi Tom Simpson’a kadar birçok sporcunun ölümüne neden olan doping kullanımının en sansasyonel hikâyelerinden biri de Lance Armstrong’a ait.
Armstrong, 2013’te ünlü talk show sunucusu Oprah Winfrey ile yaptığı 2.5 saatlik röportajda doping kullandığını itiraf ederek dünyanın en prestijli organizasyonu olan Fransız Bisiklet Turu’nda arka arkaya kazandığı 7 şampiyonluk (1999-2005) dâhil bütün madalyalarını kaybeder ve spordan men edilir. Bu skandal patlamadan önce kanser hastalığına yakalanan ve verdiği sağlık mücadelesiyle o dönem “Son Efsane” olarak adlandırılan Armstrong’un söz konusu skandalın patlamasıyla birlikte spor ve sağlık camiasında ne denli hayal kırıklığı yarattığını tahmin etmek güç değil.
Skandalın medyatik boyutu şöyle bir yana dursun, usta yönetmen Stephen Frears’ın eleğinden geçen ve 2015’te “The Program” adlı biyografi filmine konu olan hikâye bizi doping mücadelesi üzerinde düşündürmeye başlıyor bile. Özellikle kanseri yendikten sonra kazandığı tarihi başarılarla tam bir kahraman algısı yaratan ve son yılların en popüler figürlerinden biri hâline gelen Lance Armstrong’un yükselişini ve düşüşünü konu alan The Program’a ayrıca bir parantez açmak gerek.
Armstrong’u Ben Foster’ın canlandırdığı film, iki ana kaynaktan besleniyor. Biri; bu skandalı ortaya koymak için hayranlık uyandırıcı olduğu kadar takıntılı bir araştırma sürecine giren spor yazarı David Walsh, diğeri ise ABD Anti-Doping Ajansı (USADA)’nın hazırladığı bin küsur sayfalık rapor. Olayın magazinsel boyutuyla ilgilenenler David Walsh bağlantısıyla tatmin olacaktır. Filmin özellikle sporseverler için asıl heyecan verici kısmı ise bu magazinsel boyutun bilimsel zemine oturmasını sağlayan raporun zenginliği ve senaryonun bu doğru verilerden besleniyor olması diyebiliriz.
Bu raporların önemi ise bizi tekrar aynı soruyla yüzleştirmeye yetiyor. Armstrong’un yıllarca süren “kendini haklı çıkarma” çabasının ve aklanma davasının olumlu sonuçlanmasıyla birlikte sporseverlerin hatırlamak istemediği ama tarihe geçen bu skandalın arkasında duran çokuluslu firmaların, “bisiklet sporunun korunması” adı altında yaptıkları gerçek sporseverleri asla tatmin etmiyor elbette.